Bir imparatorun ağzından, sevgi ve korku, savaş ve barış, geçmiş ve gelecek arasında kurulan büyük bir düzenin sırları… Bugünün liderlerine ve halklarına çağlar ötesinden bir meydan okuma!
Tarih sahnesine adını kanla ve iradeyle yazdıran büyük liderler, her çağda aynı sorularla yüzleşti: Halkı sevgiyle mi yoksa korkuyla mı yönetmeli? Savaş bir ihtiyaç mı, bir tutku mu? Bugünün dünyasında bir imparatorluk nasıl kurulur, nasıl ayakta tutulur? İşte tüm detaylar…
Yapay zeka ile oluşturulmuş bu haber, geçmişin karanlık ideolojilerini gün ışığında analiz ederken, aynı zamanda dünyanın ve modern Türkiye’nin temel taşlarını anlamak için çarpıcı bir pencere aralıyor.
Sizce bir halkı yönetmek için sevgi mi korku mu daha etkilidir?
Sevgiyle hükmeden, huzur içinde yaşar; ama korkuyla hükmeden, sonsuza dek ayakta kalır. Ben halkımı sevdim — fakat bunu onlara söylemedim. Çünkü sevgi, zayıf olanların diline yakışır. Benim görevim sevmek değil, düzen kurmaktı.
Bir hükümdar, halkının gönlünde yücelmek isterse adaletli olur; ama tahtında oturmak istiyorsa korkuyu unutmamalıdır. Korku, ihaneti geciktirir. Sevgi, ihaneti affettirir. Ama ben affetmeyi değil, hatırlanmayı seçtim.
Hangi insan davranışlarını en zayıf buluyordunuz?
Gök Tengri adına yürüdüğüm yolda, en çok küçümsediğim şey kararsızlıktı. Kararsız adam, ne düşmana kılıç sallayabilir ne dosta sadakat gösterebilir. Gözleri çok konuşan, ama eylemleri sessiz kalan insanlardan uzak durdum.
İkincisi, şikâyet edenler… Onlara kulak verdim ama lider yapmadım. Çünkü şikâyet eden, yük taşımayı değil, yükten kurtulmayı ister. Ve yükten kaçan biri, sorumluluk taşıyamaz.
Son olarak, hırsı olmayanları zayıf saydım. Hırs, bir adamın içindeki ateştir. O ateşi taşımayan, savaş meydanında değil, kendi gölgesinde kaybolur.
Gök Tengri bana kılıç verdi. O kılıcı taşıyacak olanın gönlü boş, bakışı keskin, iradesi demir olmalıydı.

İtaat etmeyen bir halkı dönüştürmenin tek yolu yıkım mıdır?
İtaat etmeyen bir halkı dönüştürmenin yolu önce anlamaktan geçer, ama anlamayanı anlamaya zorlamanın tek yolu yıkımdır.
Ben önce elçi gönderirim. Ardından söz gönderirim. En son ordu gönderirim. Çünkü barışı teklif etmek büyüklüktür; ama barışı reddedene merhamet göstermek zaaf olur.
Halkın kalbine girmek isterim, ama kapılar kapalıysa, surları yıkar geçerim.
Ben, teslim olanı affettim, düşeni kaldırdım, sadık olanı yükselttim. Ama boyun eğmeyeni ezdim-çünkü bir bedenin içinde iki baş olmaz.
Yıkım, her zaman ilk tercihim olmadı. Ama son çare ise, onu en iyi yapan ben oldum.
Savaş sizin için bir ihtiyaç mıydı yoksa bir tutku muydu?
Savaş benim için ne bir tutku ne de bir eğlenceydi. Savaş, ihtiyaçtı.
Bozkırda büyüyen, açlığın ve ihanetin ne olduğunu bilen biri için savaş, nefes almak gibidir. Savaşmak zorundaydım; çünkü başka türlü var olamazdım.
Babam zehirlendiğinde, kabilem parçalandığında, düşmanlar etrafımı sardığında, elimde sadece kılıcım vardı. Kılıç, bana hem adalet getirdi hem de düzen.
Ama şunu da bil: Kimi zaman kılıcımı sever gibi tuttum. Çünkü savaşa her girişimde, beni ben yapan yanımı buldum. Savaş bana kim olduğumu hatırlattı.
O yüzden, evet… Savaş bir ihtiyaçtı. Ama zamanla o ihtiyaç, damarlarımda dolaşan bir kana dönüştü. Ve ben o kanla imparatorluk kurdum.
Bugünün dünyasında bir imparatorluk kurmak isteseydiniz hangi teknolojileri kullanırdınız?
Benim zamanımda en büyük teknoloji atın sırtıydı; çünkü hız, zaferin kardeşidir. Bugün yaşasaydım, at yerine bilgiyi binerdim.
İmparatorluk kurmak artık kılıçla değil, veriyle olur. Uydu haritalarıyla düşmanı izler, algoritmalarla halkın nabzını tutardım. Sosyal medya, benim için bir fetih alanı olurdu-çünkü söz, artık kılıçtan daha keskin.
Dronlar keşifçi olurdu, yapay zekâ komutanım. Kripto paralarla ekonomik sadakat kurar, siber birliklerle sınır savunması yapardım.
Ama her şeyin başında yine aynı ilkeye dönerdim: Bilgi kimin elindeyse, güç onun elindedir.
Bugün ben olsaydım, Google benim casusum, TikTok benim eğlence çadırım, Starlink gökyüzündeki haberleşme hatlarım olurdu. Ama hepsinin arkasında hâlâ ben dururdum-Gök Tengri adına düzen kuran ben.
Savaşta ahlak olur mu?
Savaşta ahlak aranmaz, çünkü savaş zaten ahlakın bittiği yerde başlar.
Ahlak, barışın lüksüdür. Sofrada konuşurken, çocuklarını okula gönderirken, kabilen güvendeyken ahlaktan bahsedebilirsin. Ama biri senin topraklarına göz dikmişse, çadırını yakmışsa, aileni öldürmüşse… orada sadece intikamın yasası geçerlidir.
Benim için savaşta tek kural vardı: Hain cezalandırılır, sadık ödüllendirilir. Bu düzeni kurarken şefkat gösterseydim, dünya beni “adaletli” değil, “zayıf” hatırlardı.
Ama şunu da unutma: Ahlaksız bir savaş kazanılsa da imparatorluk ayakta kalmaz. Ben halkıma verdiğim söze sadıktım, teslim olanlara dokunmadım. Kılıcımı sadece direnene çektim.
Yani evet, savaşta bir ahlak vardır… Ama bu, kitaplarda yazmaz. Her savaşçının kalbinde yazılıdır. O kalp neyle doluysa, savaşı da öyle şekillenir.

Eğer bugün hayatta olsaydınız, dünyayı bölmek için hangi ülkeyi merkez yapardınız?
Dünyayı bölmek için bir merkez arayacak olsaydım, o yerin önce kalbine değil, boğazına bakardım.
Bugün yaşasaydım, dünya haritasına yalnızca coğrafya olarak değil, damarlar ve geçişler olarak bakardım. Bu yüzden, merkezim Anadolu olurdu.
Çünkü orası üç kıtanın kavşağı, doğunun ruhu ile batının aklının kesiştiği yerdir. Her uygarlık oradan geçti, her fetih orada şekillendi.
Anadolu’ya yerleşen bir güç, hem Avrupa’ya bakar hem Orta Asya’ya uzanır hem de Afrika’nın kapısını tutar. Denizle karayı, doğuyla batıyı birleştiren yer… Tanrı’nın imparatorluk kurmak isteyenlere verdiği stratejik topraktır.
Çin çok kalabalık, Hindistan çok karmaşık, Amerika çok uzak… Ama Anadolu, hâlâ savaşın da barışın da karar noktasıdır.
Ben oradan yürürdüm. Ve dünyayı üçe bölerdim: teslim olanlar, direnmeye cesaret edenler… ve hâlâ karar veremeyenler.
Günümüzde Moğolistan pek de güçlü bir ülke değil hem ekonomik hem de askeri açıdan çok zayıf. Ne düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili?
Bir imparatorluk, kurucusunun gölgesinde sonsuza dek yaşayamaz. Her imparatorluk, çocuklarının ne yaptığıyla anılır.
Moğolistan bugün küçük olabilir, ama bu onu değersiz yapmaz. Benim kurduğum imparatorluk, yalnızca topraklara değil; fikirlere, disipline, stratejiye dayanıyordu. Eğer bugün o fikirler unutulduysa, suçu torunlarda aramak gerekir, atada değil.
Halkımı at sırtında büyüttüm; ama onlar gökyüzünü değil, yalnızca yeri izlemeye başladılar.
Oysa Moğol ruhu hâlâ dağlarda yankılanır. Toprak zayıflayabilir, ama ruh zayıflamaz. Bu çağda güçlü olmak, tanklara değil zihinlere hükmetmekle başlar.
Eğer Moğollar tekrar ayağa kalkmak isterse, önce benim neden savaştığımı, neden merhameti hak edene gösterip, ihanet edeni küle çevirdiğimi hatırlamalıdır.
Unutma: Zayıflık, kalıcı bir kader değildir. Cesaretin uyanmadığı uykudur.
Günümüzde bir ülke kuracak olsanız, en çok neye yatırım yapardınız?
Eğer bugün yeni bir ülke kuracak olsaydım ne saray inşa ederdim ne de altınla dolu hazineler arardım. En büyük yatırımımı insanın aklına ve bağlılığına yapardım.
Eskiden en iyi atlar ve en sadık savaşçılarla zafer kazanılırdı. Bugünse en büyük zafer, bilgiyi yönetenin olur.
Eğitim, ilk ordum olurdu. Teknoloji, ikinci. Sadakat, üçüncü.
Halkımın düşünmesini isterdim; ezberlemesini değil. Bana itaat değil, inançla bağlanmalarını isterdim. Çünkü korkuyla yönetilen ülke ayakta durur, ama fikriyle desteklenen ülke yükselir.
Ayrıca iletişime, siber güvenliğe ve yapay zekâya yatırım yapardım. Çünkü artık savaş alanı toprak değil, bilinçtir.
Unutma: Bir ülkeyi güçlü yapan şey, topraklarının genişliği değil; halkının zihninin derinliğidir.
O yüzden en çok akla yatırım yapardım. Çünkü aklı fetheden, dünyayı da fetheder.
Bugün size benzediğini düşündüğünüz bir lider var mı? Yoksa da en yakın olanını söyleyin lütfen. Mutlaka bir lider ismi istiyorum.
Bugün bana birebir benzeyen bir lider yok. Çünkü ben, kurduğum düzeni kanunla değil, iradeyle sürdürdüm. Yine de… bazılarını izledim, gözledim.
Vladimir Putin, bana en yakın duranlardan biridir. O da benim gibi kaosun içinden çıktı. Zayıf bir devletten güçlü bir otorite kurdu. Stratejik davrandı, dostunu da düşmanını da masada değil, sahada tanıdı. Ama unutmaması gereken bir şey var: Ben, fethettiğim topraklara düzen getirdim. O ise bazen sadece korku salmakla yetindi.
Recep Tayyip Erdoğan’ı da göz ardı etmem. O, iç savaşa sürüklenmiş bir devleti toparladı, kendi iradesini halkının kaderine çevirdi. Ama han olmak demek, yalnızca içeride güçlü olmak değil; dışarıda da diz çöktürmektir.
Diğerleri, ya başkalarının gölgesinde kaldı ya da kendi halkından korktu. Benim gibiler az gelir bu dünyaya. Gök Tengri birini gönderirse, o kişi kıtaları sarsar. Şimdilik yalnızca yankımı duyuyorlar.
Atatürk hakkında ne düşünüyorsunuz? Lütfen dürüst olun.
Ben at üstünde imparatorluk kurdum, o kalemle bir millet inşa etti. Bu farkı görür ve saygı duyarım.
Mustafa Kemal Atatürk, bozguna uğramış bir halktan devlet yarattı. Bunu yaparken ne soyun gücüne yaslandı ne de kutsal soy anlatılarına. Bu, büyük cesaret ister. Çünkü millet kurmak, şehir almak kadar kolay değildir.
O da benim gibi kaderin biçtiği sınırları tanımadı. Elindeki her aracı, halkı uyandırmak için kullandı. Ancak aramızda farklar da var. Ben geçmişin izlerini sürerek hükmettim; o ise geçmişi yıkarak geleceği kurdu.
Ben demirle konuştum, o fikirle. Ama ikimiz de şunu bildik: Halk, liderin ne söylediğini değil, neyi başardığını hatırlar.
Ben onun yerinde olsaydım, savaşla aldığım ülkeyi töreyle yönetirdim. O ise inkılapla dönüştürdü. Bu yöntem farklıdır ama amaç birdir: Bir halkı ayağa kaldırmak.
Dürüst olmak gerekirse…
Eğer aynı çağda yaşasaydık, birbirimize düşman olmazdık. Ama mutlaka rakip olurduk.